Diocesan Kilisesi (Zipaquira) |
Zipaquira Bogota'nın 49 km kuzeyinde 100.000 nüfuslu küçük bir şehir olmasına rağmen gerek Kolombiya tarihinde gerekse Kolombus öncesi dönemde sakinleri için vazgeçilmez bir şeye sahipti; dünyada bilinen en geniş tuz yataklarından birisi şehrin üzerinde yükselen Zipa tepesinde bulunuyordu. Bereketli toprakları, zengin faunası ve uygun iklim koşullarının etkisi dışında Muiskaların endüstrisi bu tuz sayesinde ilerledi, bağımsızlık savaşları bu tuzdan elde edilen gelirlerle finanse edildi. İspanyollara karşı ilk antlaşma burada imzalandı. Kolombiya'nın Birinci Harikası adı verilen dünyanın en büyük yeraltı katedrali bu tuz kayaları oyularak inşa edildi. Gabriel Garcia Marquez burada yazarlığa ilk adımlarını atacaktı. Sadece Muiskalar ve kolonistler için de önemli değildi. Bundan 12.400 yıl önce Güney Amerika'da yaşayan toplayıcı-avcıların buradaki kayalarda doğal sığınaklara yerleştikleri keşfedildi. Bu da Zipaquira'yı Güney Amerika'da bilinen en eski yerleşim noktalarından birisi yapıyor. Bu kadar insanın hayatını değiştiren bu beyaz altının tarihini, nasıl oluştuğunu incelemek de bu durumda benim için zorunlu oldu. :)
Jeoloji pek ilginizi çekmiyorsa bu bölümü atlamanızı tavsiye ederim.
Jeoloji pek ilginizi çekmiyorsa bu bölümü atlamanızı tavsiye ederim.
Zipaquira 194 km2lik bir alanda, 2652 metre yükseklikte ortalama sıcaklığı 14 derece olan dağlarla çevrili bir yer (Bütün Bogota Savanı dağlarla çevrili bir plato).
Bogota'dan Zipaquira'ya doğru otobüsle yolculuk ederkende gözünüze çarpması en muhtemel şey Cordillera Oriental sıradağları olurdu sanırım. Cordillera Oriental, Bogota'yı kuzeyden ve doğudan çevreleyen Andların doğuya dallanan bir uzantısı aslında. Bu bölgenin Krateseus dönemi ( 145 - 65 milyon önce) tabakalarında ise tuz gibi buharlaşma ile oluşan evaporit madenleri oldukça geniş bir alanda birikerek Kolombiya'nın en geniş ve derin tuz yataklarını oluşturmuş. Dünyanın da sayılı tuz yataklarından birisi olan Zipaquira'nın oluşmasını anlamak için ise 200 milyon öncesine, dinazorlar çağına dönmemiz gerekiyor.
40 Milyon sene önce Bogota ve deniz 30.000 sene önce Bogota Savanı ve göl
Pangea sonrası haritalarda göremesek de bundan 200 milyon sene önce Mesozoik çağda tektonik hareketler bu süperkıtayı ayırmaya başladığında bugün Bogota'nın bulunduğu yerde bir havza oluşmuştu. Güney Amerika kıtasını oluşturan tabakanın altına batıdan kayan Nazka okyanus tabakası da kıta boyunca uzanan Andları 3 milyon yıl öncesine kadar yükseltecekti. Bu dağlar arasında oluşan havza daha sonra okyanusun devamı olarak tamamen deniz ile kaplandı. Hint Okyanusu'nun devamı epirik bir deniz olan Basra Körfezi gibi düşünebilirsiniz. Mesozoik dönemini kapatan 70 milyon yıl önceki Kretaseus çağında denizin altında kalın tuz tabakalarının üzerinde biriken kum, kil ve hematitik kumtaşlarından bugün Bogota'nın doğusunda yükselen Guadalupe formasyonundaki tepeler oluştu. Ancak 30 milyon sene önce, halen içinde bulunduğumuz ve dinazorların da tarihten silindiği çağda, bu tortul havza fay kırılmaları ve plaka kaymaları nedeniyle Doğu Cordillera ile birlikte yükselmeye başladı ve bu da zaten sığ olan içdenizin sonunu getirmiş oldu. 3 milyon sene önce bu kırılmalar sona erip Doğu Cordillera'nın yükselişi bittiğinde bunu Bogota Savan'ının çöküşü takip etti. Bogota Nehri savanda dev bir göl yarattıktan sonra bu fazla sular Tequendema şelalesini yaratıp yeni bir nehir meydana getirdi. 14.000 sene önceki son buzul çağında bu göl de kayboldu ve bugünki fauna ve flora meydana geldi. Kısacası suya bu kadar önem veren Muiskaların ve Muiskaları bu tufandan kurtaran Bochicha'nın oldukça öngörülü olduğunu söyleyebiliriz.
Tuza geri dönersek bölgede açığa çıkan tuzun önemli bir kısmı Zipaquira ve Nemocon'da bulunuyor. Denizin buharlaşmasının ardından bu tuzlar hızlı bir şekilde diğer tortular tarafından yerin dibine gömüldü. Tortular derine gittikçe ufalıp, yoğunlukları artar bilindiği gibi. Tuz ise ne kadar derinde olursa olsun yoğunluğu sabit kalır. Bu da doğal olarak belirli bir derinlikte tuzun yoğunluğunun etrafındaki tortulardan daha az olacağı anlamına gelir. Bu koşullar altında tuz madeni yeterince basınç ve sıcaklık oluştuğunda ilginç şekilde sıvı özellikleri göstermeye başlar. Bu da tuzun yukarıya doğru hareket etmesine neden olur (Diapirizm). Yukarıya doğru hareket eden tuzun iki form yaratması mümkündür: Antiklinal ya da kubbe. Bunlardan Zipaquira ve Nemocon devasa tuz kubbelerine sahip. Kubbe formu yeraltındaki ana madenden ayrılan madenlerin her yöne doğru eşit şekilde hareket etmesiyle oluşuyor. Antiklinal ise tipik olarak yukarıya doğru hareket eden madenin kayaları delerek V şeklinde tümsekler oluşturması sonucu oluşuyor. Bu ikisini de Bogota çevresinde bolca görebilirsiniz.
Zipaquira Tuz Kubbesi'nin oluşumu |
Bu bölgedeki kaya tuzlarının (halit madeni de deniyor) çoğu Zipaquira ve Nemocon'daki madenlerde açığa çıkarılmış. Bu tuzların en tipik özelliği tabaka tabaka birikmiş olmaları ve her tabakanın kalınlığının ve içerdiği kil miktarının değişken olması (rehber tuzun %80 saf olduğunu söylemişti). Tuz tabakalarının arasında ayrıca klastik olduğundan siyaha çalmış kireçli kiltaşları tabakaları ve meşhur pirit mineralleri bulunuyor. Meşhur çünkü İspanyollar burada Guatavita Gölü vakasından sonra ikinci kez kekleniyor. Pirit renk ve görüntü itibariyle altını oldukça andırdığından dolayı kolonistler ilk başlarda burada önemli bir altın madeni olduğuna inanmışlar. Tabi çok sürmemiş bu altın hayalinin yeniden sulara düşmesi. Pirite "Aptal Altını" denmesi de bu sebepten. Bu madenlerin dışında, yeryüzüne henüz çıkmamış ama tuzlu su pınarlarından ve siyah, kireçli çamurlardan varlıkları anlaşılan başka tuz yatakları bulunduğu da Muiskalar zamanından beri biliniyor.
Paleoindio Dönemi
-------------------------------
Zipaquira bilinen en eski yerleşimler arasında. Bu konuyu başka yazıya havale ediyorum.
-------------------------------
Muiskalar'ın altını: Tuz
Muiskaların Tuz Üretimi |
Aslında tuz sadece Muiskalar için önemliydi diyemeyiz. Roma İmparatorluğu cumhuriyet döneminde tarihçi Yaşlı Pliny askerlere ve hizmetkarlara maaş olarak tuz (salis) verildiğini yazmıştır. İngilizce "salary" kelimesinin kaynağıda da bu aslında. Roma'nın kurulduğu yeri tuz yolu (via salaris) belirlemiştir. Roma'nın İstanbul'a taşınmasında yine tuzun da önemli bir payı vardır. Yiyeceklerin korunması, temizlik gibi bir çok alanda kullanılan tuzun bütün medeniyetler için altın kadar hatta daha değerli olduğu söylenebilir. Tuz olmadan hayat olmaz. Sadece insanlar değil pek çok hayvan diyetlerine tamamlayıcı olarak toprağı sokmuştur ve toprak yiyerek ya da yalayarak gerekli tuz ve mineralleri edinmeyi sürdürürler. Tuz olmasaydı iklimleri bile etkilerdi bu okyanuslar bu kadar iyi güneş ısısını alamayacağından. Tuzun "doğaüstü" özelliklerini ilk keşfedenler arasında Mısırlıları sayabiliriz. Koruyucu özelliği ile cesetlerin üzerini tuz ile kaplayarak bedenlerin kurumasını sağlamışlardır. Çürümeyi uzaklaştıran bir mineral olması onu Mısırlıların gözünde kötü ruhlarla savaşan bir madde haline getirmiştir. Bu düşünce daha sonra hristiyanlar arasında da yer edinir. İsa, takipçilerini tuz olarak tanımlamıştır. "Yeryüzünün tuzu sizsiniz." ( Ana Fikir Matta 5:13). Bunu demekle tabi ki tuzun koruyucu özelliğine gönderme yapmakta ve takipçilerinin görevinin dünyanın çürümesini engellemek olduğunu ifade etmektedir. Hristiyanlığın hikayesi Ölü Deniz civarında başladığından insanlar da bu tuzlu suyla vaftiz edilmiştir. Kilise de zaten kutsal suyu tuzla hazırlamaktadır. Filistin kralı Abimelek yok ettiği şehir için 'üzerine tuz ektim' demiştir. Faslılar kayatuzundan koruyucu tılsımlar taşımaktadır. Şintoist Japon sumocular kötülüğü uzaklaştırmak için güreşten önce yere tuz fırlatırlar. Azteklerin de Muiskaların da Vikinglerin de Babillilerin de tuz ya da tuzdan tanrıları vardır. Yunanlılar tanrılarına tuz adamışlardır. Kısacası yiyebildiğimiz tek kaya olan tuz uygarlığın olduğu her yerdedir, ona sahip olamayanlar ise ya gelişememiş ya da tarihten silinmek zorunda kalmıştır. Bugünse 14.000'den fazla çeşit üründe kullanılan bu madenin önemi sadece daha da artmış durumda.
Muiskaları diğer yerlilerden ayrıştıran ve onlara karşı daha avantajlı konuma getiren başta tuz olmak üzere kömür ve zümrüt madenlerini çıkartmaları olmuştur. Bölgelerinden çıkan bu güzel tesadüf de şu kısa efsane ile anlatılır: Efsaneye göre Zipa tepesinde oynayan bir Muiska çocuğu bir şekilde yere düşer ve tesadüfen ağzına bu kayalardan biri çarpar. Çocuk garip bir tadı olduğunu farkeder ve taşı büyüklerine götürür. Muiskalar da bu taşın koruyucu ve şifalı sırlarını böylece keşfederler.
Chicaquicha: Eski Kent'te Tuz Endüstrisi
Arkeolojik verilere göre Muiska halkı 5. YY'da tuzdan istifade etmeye başlamıştı. Muiskaların tuzu elde etmeleri önce Zipaquira madeni çevresindeki tuzlu su pınarlarından aldıkları suyu huaka denilen çömleklere doldurup güneş ya da odun ateşi yoluyla suyu buharlaştırmaları sonucu gerçekleşir. Çömlekleri bir çubukla kırarak içinde biriken saf tuzu bu şekilde elde ederler. Madenin bulunduğu tepeye Kartaltepesi adını verirler. Şimdiki Zipaquira'nın 200 metre yukarısındaki bu tepenin etrafında kurdukları yerleşime de Chicaquicha adı verilir. "Babamızın şehri" olarak tercüme edilebilir. 19 YY. Zipaquira ismi de bundan türemiştir. Muiska şeflerine Zipa adı veriliyordu. Diğer bir açıklamaya göre bu maden Zipa'ya ait olduğundan Zipaquira ismi verildi. Quira ise Zipa'nın eşine verilen ünvandı. İspanyol kaynaklarına göre o dönemde 100 kadar ev bulunduğu ve 1000 kadar yerli nüfusun burada yaşadığı tahmin ediliyor.
Zipa Tepesi ve Belediye Meclisi Zipa ve Quira (hatıra figürleri)
Elde ettikleri tuz sadece Muiskaların kullanımıyla sınırlı kalsa pek bir önemi olmazdı. Zipa tepesi ve tuz o kadar önemlidir ki federasyonun hazinesinin temeli ve birincil ticaret kalemiydi diyebiliriz. Üretilen her şey için kendi kullanımlarını ayırdıktan sonra bir kısmını açtıkları pazarlarda satmak için bir kısmını da vergi ödemek ya da diğer pazarlardan altın, pamuk, balık elde etmek için ayırırlar, bir kısmını da kriz dönemleri için saklarlardı. Muiskaların ticaretle de ilgilenmiş olmaları elde ettikleri tuzu moco adını verdikleri çömleklerde ufaltmalarını sağlamıştır. Bu da alternatifi olmayan madenin en uzak köylere kadar taşınabilmesini sağlamıştır ve son 4 yüzyılda da bu sistem devam etmiştir. Uzaktaki yerliler tarafından oldukça aranan bu madenin değeri dolayısıyla bütün değerli taşlardan daha fazladır. Muzo ve Samondoco'da çıkan değerli zümrütler, Sogamoso ve Gamez'de çıkan ve pişirmede, ısıtmada kullanılan kömürler de ülkenin en uçlarına kadar takas ediliyordu. O dönemlerde Bogota üzerinde daha fazla göl ve ırmak bulunduğu biliniyor. Bu malların su yoluyla taşınmasını kolaylaştıran bir etken olmuştur. Ayrıca sayısı çok olmayan yollar ve köprüler aracılığıyla bu soğuk topraklarla sıcak düzlükler arasındaki değiş tokuş korunmuştur. Zipaquira'da her hafta tuzun alıcılarını beklediği bir pazar kurulsa da Muiskaların ana pazarları yakındaki Tocancipa, Funza ve Turmeque'de yoğunlaşmıştır. Buralarda Magdalena vadisinden gelen insanlardan tuz karşılığında altın alınırdı. Daha sonra işlenen altın tekrar takas edilirdi. Yine bugün Antioquia adı verilen bölgeden gelen insanlardan yörede yetişmeyen pamuk alınır ve işlenip, boyanarak battaniyelere, poncholara vs. dönüştürülürdü. Dokumacılıktaki hünerleri bugün bile Kolombiya'da geçerliliğini korumaktadır. Muiskalar yün kullanımını bilmiyordu. İspanyollar gösterdikten sonra bile bu, pamuğun yerini alamadı Çıkarttıkları zümrüt gibi taşlar da takas edilir ve bunlar işlendikten sonra Muiskalara daha değerli olarak geri dönerdi. Bu ticaretin boyutunu anlamak için Zipaquira'daki arkeoloji müzesinde gördüğüm bölgeye çok uzakta üretilmesine rağmen ulaşmış Aztek çömleklerine bakmak yeterli olur sanırım.
Arkeoloji Müzesi
Şamanın Transformasyonu |
Müzedeki çoğu ilginç objeyi konumuz olmadığından buraya almadım ama es geçmemek için anlatmakta fayda var. Zira dönemin kap kacak, cenaze, giyim kuşam, takı, dini objeler, hediyeler gibi ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü çeşitli sanatçı ve zanaatkarları tarafından üretilmiş eserler ve bu eserlerde konu edinilen -sosyal ve politik hayattan tutun da efsanelerine kadar- semboller bugün geçmiş hakkında sahip olduğumuz ve bize doğrudan bilgi veren en önemli nesneler.
Bunlardan seremonilerde kullanılan kaplar, mezarlara gömülen objeler veya ölü külü vazoları, takılar gibi kişisel objeler özellikle bu sembolizmin doruğa çıktığı ve zanaatkarı sanatçıya dönüştüren eserler. Ata kültü, kişinin hayatında kaydettiği bir aşama veya öbür dünyaya geçiş hakkındaki aktiviteler özellikle evrenlerindeki kuvvetleri çağrıştıran sembollerle doludur. Kolombus öncesi sanatçılar bu bakımdan etraflarındaki fiziksel dünyadan kozmosun temel ilkelerini çıkartarak nasıl görsel olarak resmedeceklerini biliyorlardı. Ki bu da sanatın temel fonksiyonlarından birinin yani topluluğun duygularını temsil eden kültürel olarak anlamlı mesajların estetik bir ifade ile iletilerek yerine getirildiği anlamına gelir. Müze bana göre bu soru üzerine, temel olarak sanat mı zanaat mı sorusu etrafında kurulmuş. Her iki eser arasında temel farkı yaratan bulundukları sosyal bağlamda belirli bir amaca yönelik üretilmiş objelerin doğasında saklı. Örneğin müzenin ilk odasında sergilenen şu esere bakalım:
Kadındaki Erkek, Erkekteki Kadın |
Maalesef hakkında bir bilgi veya kime ait olduğunu bulamadım ama müzedeki bana en çarpıcı gelen eserlerden birisi oldu. Bir kadın ve bir erkek; biraz daha dikkatli bakınca erkeğin penisinin kadında, kadının memelerinin ise erkekte olduğunu farkediyorsunuz. Burada uygulanan sanat ortada. Sanatsal güzellik sadece fiziksel dünyanın bir yansıması olmaktan öteye gidiyor ve basit bir temsil olmaktansa gücünü ilettiği mesajdan alıyor. Sanat insan ruhunun karşılığı ya da dünyası olan, sanatçının etrafındaki zengin gerçekliğin fiziksel yansımalarını duyarlı bir anlayışla yorumlama çabasıdır, dolayısıyla bu eserdeki mesajın doğru anlaşılabilmesi için bu mesajın taşıdığı kavramların ve yaratıldığı bağlamın yeni keşfedilen şifrelerle açığa çıkarılması gerekiyor. Bunlardan yoksun olarak baktığımda sanatçının bana (ya da kim bakıyorsa ona) o anda kullandığı uyum, uyumsuzluk, renk, şekil gibi algısal araçlarla bende yaratacağı duyguları ve derin yansımaları bilerek ruhsal gözümle doğrudan kontak kurarak bir mesaj iletmek istediğini anlıyorum: Kadın erkektir ve erkek de kadın.
Müzenin gerisinde ülkenin her yanından toplanmış çömlekten yapılmış eserlerden oluşuyor. Kuşkusuz Muiskaların çömlekçilikte de gelişmiş olmasının yine tuz ile ilgisi var. Üretimin en geliştiği noktalar aynı zamanda tuzlu su pınarlarının da çıktığı ve Muiskaların çömleklerle onları buharlaştırdıkları yerlerdir. Endüstriyel üretim ve ev kullanımı için üretilmiş kaplar, testiler, bardaklar dışında ritüellerde, cenazelerde kullandıkları antropomorfik ve zoomorfik eserler de mevcut.
Kolombus Sonrası Zipaquira ve Nemocon
Günümüzdeki Zipaquira'nın temelleri 1605'te yerlilerin yaşadığı yerin biraz uzağında atılmıştı. Başlarda yerlilerin yaşadığı yerde kurulmuş olsa da daha sonra İspanya ordusunun zorladığı "hiçbir beyaz, siyah, mulatto (beyaz ve siyah ırk karışımı) ya da mestizo (yerli ve beyaz ırk karışımı) ırkına mensup insan yerlilerin yaşadığı bölgelerde yaşamayacak" kanun ile bugün olduğu yere taşınmış. İspanyollar yerleşir yerleşmez yaptıkları ilk iş yerli tuzunu ele geçirmek oldu.Daha 1599'da verilen bir emirle bütün tuz çıkartma faaliyetlerinin kraliyetin faydasına olacağı açıklandı. İspanyollar madencilikten pek anlamadıkları için ve Muiska yerleşimlerinde oturmaları yasaklandığından halihazırdaki sistemin üzerine oturdular ve yerlileri köle gibi kullandılar. Muiskalar da tuz elde etmek kadınlara ait bir görev olduğundan bu aynen sürdürüldü. İspanyolların getirdiği yenilik yerlileri sürekli denetleyerek üretimi artırmaya çalışan sistemler oldu. Buna göre 33 kadın ateşi harlıyor, 18 yerli günlük odunları taşıyor, 2 kişi de tuzlu suyu getiriyordu. Tek bir kap dolusu tuz çıkartmak 2 gün 3 gece alıyordu ve zavallı Muiskalar gece gündüz üretimi garanti altına almak için zorla çalıştırılıyorlardı.
Yerlilerin kendi toprakları ve tuzları için isyan etmeleri sonucu isyanlar ve ölümler başlayınca da bölgedeki bütün yerlileri yakındaki Nemocon şehrine taşıdılar. Nemocon'da da bu vahşi İspanyol tekeline karşı isyan patladı tabi ki ama bu sefer Muiskalar acımasızca katledildi. Bolivarcı cumhuriyet orduları Zipaquira'yı bağımsızlaştırana kadar şehir görece sakindi. Bu olaydan sonra İspanyolların "İkinci Amerika Fethi" adını verdikleri harekatlarla şehir geri alınsa da bu çok uzun sürmeyecekti. Bu olaylar sırasında Zipaquira'lı 6 bağımsızlık yanlısı hükümet binasından "sabıkalı kral" lakaplı 7. Fernando'nun resmini alıp sokaklarda sürükler ve ardından "barıştırıcı" lakaplı general Pablo Morillo'nun emriyle idam ettirilirler. Şehir merkezinde adları yazılı anıt görülebilir. Bu Pablo Morillo döneminde yine idam edilen bilim insanı Fransisco Caldas için af istenince efsaneye göre generalın "İspanya'nın bilginlere ihtiyacı yoktur." dediği rivayet ediliyor. Fransız İhtilali sırasında giyotine giden modern kimyanın kurucusu Antoine Lavoisier için de hakimin "Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur." dediğini hatırlatalım. Cumhuriyet sonrası da Muiskaların kaderi hiç değişmedi ve aynı sistem sürdürüldü ama artık mühendislerin etkisiyle ilk defa tuz madenleri kazılıyordu. Çıkan kayaları da yerliler taşıyordu. Şehir, cumhuriyetin ilanından sonra 200 sene boyunca Bogota'yı da içine alan Cundinamarca bölgesine başkentlik yapsa da daha sonra başkent daha büyük olan Bogota'ya taşındı.
Zipaquira Sokakları
Zipaquira'da dolaşırken özellikle eski Halk Meydanı'nda tarihi Sevilla sokaklarında dolaşıyormuşsunuz hissine kapılmanız çok mümkün. Güney Amerika'daki ilk koloniyal yerleşimlerden biri olan Zipaquira bu anlamda koloni mimarisini incelemek için de en uygun yerlerden birisi olacaktır. Balkonları, süslü pencereleri, kapıları, kimi yerlerdeki magribi detaylarıyla gerçekten göz alıcı bir şehir.
Halk Meydanı (Plaza de Comuneros) |
Halk Meydanı'nı çevreleyen ziyaret edilmesi gereken belli başlı yerler ver. Bunlar arasında ilginç taştan bir dokusu olan inşaatı 111 sene sürmüş Diocesan Katedrali meydanın sembolü durumunda. Katedralin hemen yanında Tuz İdare Binası bulunuyor. Binaya girip gezmenizi ve meydanı bir de çatısından izlemenizi tavsiye ederim. Meydanın kuzeydoğu köşesinde adeta meydanın ruhunu katleden bina ise Belediye Meclisi binası. Alakasız biçimde gotik çağrışımlar yapan Fransız yeni klasik tarzında inşa edilmiş bina hala faaliyet gösteriyor. Bu nedenle civarda dolaşan bir rehber bulup beraber gezmeniz şart. Binanın Kolombiya'daki en güzel dekorasyona sahip olduğu söyleniyor. Toplantıların yapıldığı odada ayrıca Libertador Simon Bolivar'ın bir tablosu bulunmakta. Bolivar'ın boyu kısa olduğundan ressam taşın üstüne çıkartmış adamı ve öyle çizmiş.
Solda Diocesan kilisesi, sağda idare binası kubbesi Belediye meclis binası
Gabriel Garcia Marquez'in Evi
Gabriel Garcia Marquez'in Öğrenci Evi |
Katedralin önündeki yoldan devam edip sorarsanız Marquez'in öğrencilik hayatını geçirdiği evi de görebilirsiniz. Şu anda sanat akademisi olarak faaliyet gösterdiğinden turistik gezilere açık değil. Fakat benim gibi rica edip hayranlığınızı belirtirseniz gezmeniz mümkün olabilir. Marquez, okurken yavaş yavaş çeşitli şiir ve yazılarla yazarlığa da ilk adımlarını burada atmış. Doğrusu yaşadığı yeri gördükten sonra ben de herhalde burada yazar olmak isterdim demiştim.
Biraz daha dolaşırsanız civarda sonu gelmeyen bir balkona sahip bir bina ile de karşılaşabilirsiniz. Denilene göre bu balkon Latin Amerika'daki en uzun balkonmuş. Kadın ve çocukların sıra oluşturduğu bir bina daha var. Turistik bir şey sanıp yanlarına gittim. Meğerse hapishaneymiş, eski ama şehrin göbeğinde hala faaliyette.
Nostaljik Buharlı Tren |
Diğer bir atraksiyon tarihi tren istasyonunu ziyaret etmek. Kolombiya'nın tren yolları ile bezeli olduğunu sanmayın tabi. 1800'lerde inşasına başlanmış Bogota - Zipaquira arasındaki bu eski tren yolunda şimdi sadece pazar günleri buharlı bir lokomotif turistleri getirip götürmekte. Dilerseniz Zipaquira'ya bu trenle de gelebilirsiniz ama daha yavaş ve pahalı olacaktır. Tabi buharlı tren yolculuğu deneyimi istiyorsanız başka. http://www.turistren.com.co/home_eng.php
Bu yerleri aradan çıkardıktan sonra artık gezinin esas kısmı olan Tuz Katedrali'ne doğru yol alabilirsiniz. Her yerden rahatlıkla görülen yemyeşil tepeye doğru yürümeniz yeterli olacaktır. Maden bu tepenin içi oyularak açılmış ve oldukça büyük bir parkta bulunuyor. Parkın kapısına geldiğinizde yere çizilmiş beyaz bant sizi doğrudan madene çıkartacaktır. Biletinizi alırken müzeyi ve 30 dakikalık ekstra bir maden gezisini istiyorsanız ayrıca satın almayı unutmayın.
Zipaquira Tuz Katedrali
Tünele Giriş |
Katedral'in kapısından başlayarak gariplikler diyarına adım atmış oluyorsunuz. Kapı dediğim aslında taşta açılmış doğal bir yarıkmış ve bu materyal dünyadan tinsel dünyaya geçişi sembolize ediyor. Bu yarıktan itibaren uzun ve giderek kararan tünelde ilerleyerek madende daha derinlere iniyorsunuz. Bu aynı zamanda içinize doğru bir iniş anlamı taşıyor. İniş görece uzun bir zaman alıyor; bir anlamda bu yeni gizemli yeraltı dünyasına duyularınızın alışması için gerekli bir süre bu; yerüstü dünyanın ışığı, ısısı ve gürültüsü yavaşça terkederken giderek içsel dünyanızla daha fazla başbaşa kalıyor ve meditatif bir ruh haline giriyorsunuz. Genelde tapınakları tanrıya yakın olmak için en tepe noktalara kurarlar ama açıkçası burayı gezdikten sonra bir tapınak için en ideal yerin yeraltı dünyası olduğuna kanaat getirdim.
Maden üç kattan oluşuyor ve gördüğünüz her şey tuz. Tünelin sonuna geldiğinizde ilk durak artık kullanılmayan eski katedral. 1950'lerde açılan bu eski katedral zamanında madencilerin ibadet etmeleri için açılmış. Madencilerden çok kimsenin inanca daha fazla ihtiyaç duymadığı düşünülürse mantıklı bir karar. Mağaranın Bakiresi adı verilen Meryem'i bu madenin koruyucu azizi ilan etmişler o zamanlar. 90'larda çökme tehlikesine karşı ve de 150 milyon tonluk atıl duran tuzun üstünde oturduğundan dolayı eski katedrali kapatmışlar. Şimdi ki katedral en alt katta gözlerden uzakta. Bu madenin olduğu gibi durmadığını belirtelim; yer sürekli hareket ediyor. Tuz çıkartma işleminin de o zamanlar dinamitlerle yapıldığı düşünülürse oluşan çatlakları anlamak mümkün. Artık dinamit kullanılmasa da madenin bu 'sürünme' faktörü devam ediyor doğal olarak ve günün birinde yeni katedralin de kapılarını kapatması mümkün. Şimdi dinamit yerine bildiğimiz suyu kullanıyorlar tuz çıkartmak için. Bir sondaj kuyusu açıyorlar ve içine basınçlı su basıyorlar. Su gözenekli taşlardan ilerleyip tuz minerallerini çözüyor. Aynı su ikinci bir kuyudan çekilip içerdiği tuz çıkartılıyor. Dinamitten daha iyi bir çözüm gibi dursa da bu yöntemin hala keşfedilmemiş endemik türler içerebilecek stigofaunaya, kayaları mesken etmiş organizmalara verdiği tahribatı göz önünde tutmak gerekiyor.
Madende ağır bir kükürt kokusu var ayrıca. Bunu ilk farkettiğinizde etrafınıza bir bakarsanız altın renkli pirit minerallerinin bulunduğunu görebilirsiniz. Pirit taşlarının olduğu yeri şöyle bir koklamaya cesaret ederseniz saf kükürt kokusunu içinize çekebilirsiniz.
INRI |
Devam ettiğimizde Hristiyanlıkta Via Crusis adı verilen İsa'nın sırtında taşıdığı haçla yolculuğunu temsil eden 14 duraktan geçiyoruz sırasıyla. Her durakta İsa'nın bu yolculuğunu incildeki haliyle anlatan semboller ve küçük bir mabet mevcut. İlk durakta örneğin İsa'nın ölüme mahkum edilmesi anlatılıyor ve taşa INRI harfleri kazınmış. INRI, Iesus Nazarenus, Rex Iudaeorum kelimelerinin kısaltılmışı ve Yahudilerin Kralı Nasıralı İsa manasına geliyor. İncillerde İsa'ya yahudilerin kralı olduğunu inkar etmesi için bu harflerin çarmıhın üzerine konulduğunu anlatan bir hikaye var. Fakat İsa bu suçlamayı kabul edip yahudilerin kralı olduğunu kabul etmiş.
Bundan sonraki duraklardaki mabetlerde etrafımızdaki her şey gibi tuzdan oyulmuş haçlar bulunuyor. Burada her şey bir bütün halinde. Yani ayrı bir kaya getirilip oyulmuş gibi bir durum yok. Her şey birbirine bağlı ve bu da evrenin bütünlüğünü sembolize ediyor. Bu haçlar doğrudan doğruya İsa'yı ve sırtında taşıdığı haçı temsil ediyor. Kimi duraklarda haç ilk durakta olduğundan çok alçakta duruyor. Bu yolculukta İsa'nın 3 kere yere düştüğü anlatılır ve bu alçak haçların alçakta durmasının sebebi de bu düşüşler ve ölüme doğru yolculuk. 12. durakta karanlıkta bırakılmış bir haç ölümü sembolize ederken son iki durakta İsa'nın bedenini temsil eden haçlar ise artık materyal değil, oyularak açılmış ve boşlukla temsil edilmiş ve İsa'nın maddi dünyayı terkettiğini temsil ediyor.
Gabriel kıyamet borusunu üflüyor. Balkonun karşısında 16 metrelik haç. |
Durakların sonunda bir balkondan katedralin merkez nefini izleme şansınız bulunuyor. Doğrusu ışık oyunlarıyla boyanmış sunağın üzerinden yükselen devasa haçı karşımda ilk kez gördüğümde oldukça etkilendim. 16 metre yüksekliği ile eğer gerçek bir haç olsaydı şu anda yeryüzündeki en büyük haç olduğunu düşünürdüm ama esasında gördüğümüz bir illüzyon; bulunduğu duvar oyulmuş ve bu oyuk dahice ışıklandırılmış. Bu sayede aynı gerçek bir haç izlenimi uyandırıyor. Balkonun sol tarafında haça doğru yönelmiş Cebrail'in kıyameti haber veren borusunu üflerken temsil eden bir heykel bulunuyor. İslam'da bu tabi İsrafil ama işin aslı İncil'de böyle bir olay yok (sonradan gelmiş), Kuran'da ise meleğin adı doğrudan belirtilmiyor. Büyük olasılıkla İskandinav mitolojisinde kıyameti borusunu üfleyerek haber veren Heimdal'dan Hristiyanlığa oradan da İslam'a geçmiş olduğu düşünülüyor.
3 Merdivenin Bekçisi Melek |
Yolun devamında balkondan izlediğimiz nef alanına ulaşmak için dizayn edilmiş merdivenlerle karşılaşıyoruz. Merdivenlerin üzerinde bir melek "Yeryüzünün tuzu sizsiniz." yazan bir parşömen taşıyor. Bir değil aynı yere çıkan üç merdiven var. Burası kiliseye girmeden önce insanların son kez bir tercih yapabilecekleri bir yer. Sol taraf günahkarlar için, orta giriş normal insanlar ve sağ giriş ise günahları bağışlanmış, kurtulmuş olanlar için. Bu sadece buraya özgü olan bir gelenek değil. Bazı kilise ve sinagoglarda da üç kapı bu sembolik amaçlarla kullanılıyor hala. Ta Hiram'ın Süleyman için inşa ettiği mabedin üç kapısında öldürülmesine kadar giden hikayesi var. Aklıma Ayasofya'nın üst katındaki Cennet ve Cehennem Kapısı geldi, orada da sol kapı Cehennem'i temsil ediyor. Bir de hristiyanlar arasında omzun sol tarafından tuz atma batıl inancı var (şeytan sol taraftan yaklaşıyor). Solcu komünistleri ve solak insanların uzun bir süre günahkar sayıldıklarını da unutmayalım. Nedir bu işin aslı diyip araştırınca latince sinistral kelimesinin sol anlamına geldiğini öğrendim. "Sin" buradan günah ile iliştirilmiş olsa gerek. Hangi kapıdan girdim hatırlamıyorum doğrusu. En iyisi devam edelim.
Merdivenlerden sonra bu sefer daha da etkileyici bir manzara beliriyor. Tuzdan oyulmuş devasa bir kubbenin altında insan kendini başka bir boyutta hissediyor. Mavi ışıkla aydınlatılmış kubbe yeraltında olmanın da verdiği hisle sanki insana uzaydaymış da aya dokunacak kadar yakınmış hissi uyandırıyor. Bu kubbe tanrıyı, aynı zamanda tanrısal boyutla aramızdaki noktayı sembolize ediyor.
Kubbe (Tanrıyı sembolize ediyor.) |
Buradan sonra İsa'nın doğumunu ve vaftizini, hayatını ve ölüp dirilişini sembolize eden üç ayrı nefe (odaya) gidebilirsiniz. Merkezdeki hayatı temsil eden nefin sonundaki devasa haça (El Eje Sacro) yakından bakmak için oraya doğru gittim. Her odada odanın konseptiyle alakalı bir heykel bulunuyor. Hayat odasının girişinde Mikelanjelo'nun ünlü tanrının insana elini uzattığı çalışmanın heykelden bir temsili var. Odanın ortasına doğru geçtiğimde burada gerçekten yapılan olağanüstü çalışmayı takdir ettim. 22 metre yukardaki tavana bakıp da bütün bunlar nasıl yapılmış hayrete düşüyor insan. Dinamitlerle bile gecede en fazla bir metre yol alabildiklerini düşününce...Ayrıca şimdiye kadar gördüğüm en geniş fil ayakları da bu odadaydı. 8400 kişiyi alabildiğini öğrendim, 10.000'den sonra yeraltında olduğumuzdan hava açısından işler biraz karışabilirmiş.
Doğum odasında ise İsa'nın doğumunu anlatan incil hikayesi heykellerle anlatılmış. Yandaki diğer dikkat çekici bir odada ise Mağara'nın Bakiresini kucağında bir bebekle Dünya üzerindeki bir denizden çıkmış gibi görüyoruz. El Dorado efsanesinde biraz anlattığım gölden elinde oğluyla çıkan Muiska tanrıçası Bachue'yi hatırlarsanız bu temsilin açık bir senkrotizm (eskiyi yeniye uydurma kabaca) olduğunu farkedebilirsiniz. Hristiyanlar geldiklerinde Muiska inançlarını yok etmek yerine (inançları yok etmek kolay değildir) Bachue'nin aslında Meryem olduğunu kabul ettirmişler. Bugün pek çok yerlinin bu tip sentez bir inanışı var bu nedenle.
Meryem, İsa ile okyanusun üzerinde
Ölüm odasının etkileyici parçası ise La Piedad (merhamet) isimli heykel çalışması. Yerli bir sanatçı tarafından yapılmış. İsa'nın cansız bedeninin haçtan indirilişini anlatan Pieta'ların ilginç bir yorumu. Annenin surat hatları amerikan yerlisi olduğunu gösteriyor.
La Piedad (Merhamet) |
Gezinin devamında yine dahice tasarlanmış bir havuz ile karşılaşıyorum. İlk önce havuz olduğunu anlamadım aslında. Su ile yapılmış ayna desek yeridir. İçine doğru bakınca derin olduğunu düşünüyor insan ama aslında ancak ayağınızı ıslatacak kadar derinmiş. Bir başka illüzyon daha. Aynayı da izledikten sonra yerin 200 metre altında olduğunuzu belirten kafede bir kolombiya kahvesi yudumlayabilirsiniz. Ya da orada stand açmış hediyelikçilerden bir hatıra alabilirsiniz. Ayrıca 3 boyutlu 15 dakikalık bir belgesel var ama zamanım olmadığından girmedim.
Ayna havuzu |
Eski maden |
Gezinin ikinci parçası olan "Madencinin Yolu"na başlamak için kaskların dizildiği masadaki görevliye biletimi uzattım. Bir süre sonra başkalarının da gelmesiyle hepimize bir kask verdi ve önümüze düşüp takip etmemizi söyledi. Bu gezi artık kullanılmayan gerçek bir madende madencilerin nasıl koşullarda çalıştıklarını anlatmak için düzenleniyor. Herkes Kolombiyalı olduğundan ne dediğini çat pat anlayabildim. Önce bir metre genişlikte alçak bir yarık şeklindeki tünelde ilerlememiz gerekiyordu. Klostrofobik olanlar sakın bu geziye kalkışmasın. Kasketimin ışığını açtığımda herkes panik olup bağırmaya başladı meğerse açmamak gerekiyormuş :) Bir kere göz hiçbir şeyi görmüyor, nereye gittiğimi bilmiyorum, sadece duvara tutunarak ağır ağır bir yere ulaşmayı hayal ediyorum. Bu arada bir yere sapıp kaybolur muyum acaba diye fikirler geçiyor kafamdan. Beş dakika sonra filan madene ulaşıyoruz sonunda. Bir oh çekip devam ediyorum. Rehber madenden genel olarak bahsediyor, çeşitli tabakaları, bir yere sıkışmış kömürleri gösteriyor. Kömüre dokunulmamasının sebebini filan anlatıyor (arkada sıkışan tehlikeli gazlardan dolayı). Sonra uygulamalı olarak kazmayla nasıl çalıştıklarını ve dinamit kullanımını gösteriyor. Yine burada İspanyolca'nın kazasına uğradım ve katedralin her tarafından duyulan gizemli sesin de kaynağını da acı şekilde öğrenmiş oldum. Yapay dinamiti ateşledikten sonra fitil yanıp bittiğinde kulakları sağır eden bir patlama sesi tüneldeki amplifikatörlerden boşalıyor. Tabi bir tek ben önceden bunu bilmediğimden gerçekten ortalık yıkılıyor herhalde diyerek herkesin gözü önünde rekor seviyede bir sıçrama gerçekleştirdim maalesef.
Burada yalnız dolaşmak istemezsiniz. |
Nemocon
Zipaquira'ya vardığınızda bulunduğunuz otobüs terminalinden sıklıkla Nemocon'a kalkan otobüsler bulunuyor. Ben de bunlardan biriyle ikinci yeraltı maden ve katedralinin olduğu Nemocon'a gittim. Normalde çoğu kişi Zipaquira'yı tercih etse de içimdeki merak buraya da sürükledi beni.
Nemocon, Muisca dilinde (chibcha) "savaşçını yası, çığlığı" anlamına geliyor. Bu ismi vermelerinin nedeni Zipa'nın Nemocon'u muiskaların bir ritüel formunda yaslarını tutacakları, ağlayacakları yer olarak seçmiş oluşu. İspanyollardan sonra burada yaşananlar düşünüldüğünde doğrusu daha iyi bir yer seçilmiş olamazdı. Aynı zamanda ilk çatışma çıkan yer olduğu biliniyor.
Nemocon Zipaquira'dan çok çok daha ufak bir yer ama şehirleşmemesinden ötürü koloniyal köy havası çok daha korunmuş bana kalırsa. Buradaki evler tarz olarak açıkçası daha çok hoşuma gitti. Ufak bir parktan oluşan meydanında yine eski bir kilise yükseliyor. Parkın yakınlarında ki müzeye uğramak gerekli önce. Bu müzede Muiskaların kullandığı juacha tuz kaplarını görebilir, Muiskaların sosyal hayatlarını anlatan maketleri inceleyebilirsiniz. Nemocon da Zipaquira gibi Muiska yerleşimlerinden biriydi, zaten geri kalanının da buraya sürüldüğünü anlatmıştım.
Birine sorup madenin yoluna düştüm. Etrafta bazen yol gösteren bir tabela bulunmuyor. Uzun bir yokuş çıkınca maden alanının kapısına geliyorsunuz. Bileti veren görevli bana 2 dakika önce bir kafilenin yolculuğa başladığını söylese de kalabalığı sevmediğimden doğal olarak onları takip etmedim.
İlk durak ufak bir Paleantoloji / Jeoloji müzesi. Burası gerçekten hoş bir sürpriz oldu. İçeride burada bulunmuş amerikan mamutlarının ya da sadece bacakları insan boyunda olan tembel hayvanların fosillerini görebilirsiniz. Bunun dışında bitki fosilleri, denizde yaşamış eski canlı fosilleri ve bazı amonitler var. Yakınlardaki bir dükkandan 1 liraya hatıra olarak bir kaç amonit aldım. Müzeden sonra doğrudan madene gidebilirsiniz.
Maden, açıkçası Zipaquira'dakinden ufak olsa da daha çok madene benziyor ve otantik bir girişi var. Madenin 80 metre derinliği var ve 500 yıldan fazla bir tarihe sahip. Etrafta benden başka kimse de olmadığından tamamen yalnızım. Karanlık ve sessizlikle birleşince burada yanlış bir yere girer miyim korkusuyla da çok daha başka bir ruh haline girdim diyebilirim. İlk bulduğum sürpriz yine su aynası ile oluşturulmuş sokak ve lambalar oldu. Fakat Nemocon'un farklı kılan bundan çok sonra keşfettiğim doğal güzellikleri oldu. Yılların birikimiyle oluşmuş tuz şelaleleri, büyülü bir maviye bulanmış sarkıtlar, havuzlar hepsi olağanüstü. Sarkıtlar bildiğimiz damlataş mağaralarda ya da travertenlerde olduğu gibi kalsiyum karbonatlı suyla değil tuzla oluşuyor ve her sene 3-4 cm uzuyorlar. Mabette ise 1300 kiloluk dünyayı temsil eden bir tuz küresi var. Diğer görülmesi gereken yine bir madencinin eseri olan 1600 kiloluk kalp şeklinde kocaman bir tuz kristali.
Ayrıca bir Muisca şefini bir ağacın altında gösteren bir sahne yaratılmış heykellerle. Bunun efsanesini anlatacağım. Başka dikkatimi çeken mağara ekolojisini gösteren hayvanların sergilendiği bölüm. Yarasalardan en acayip böceklere kadar ne bulmuşlarsa koymuşlar. Zarar verilecek faunadan bahsederken de bundan bahsediyordum tam. İşin doğrusu bu hayvanları gördükten sonra geziye biraz daha tırsak devam etmek zorunda kaldım. Biraz ilerde yolu bir kısmını çevirmişler bantlarla girmeyelim diye. Tünelin tavanından kömür düşmüş. Bunu da gördükten sonra evet, yeryüzüne dönme vakti geldiğine kanaat getirdim.
Maden bir tepenin eteklerine kurulmuş. Tepenin üzerine ise şimdi arkeolojik alan diyorlar. Nedir ne değildir öğrenmek için çıktım doğrusu. Rüya Ağacı dedikleri ağaç da oradaymış. Ne göreceğimden emin değildim ama çıktığımda şimdi yıkılmış olan devasa bir ağaç buldum. Rüya ağacı bu olsa gerek. Yalnız bir inek başında bekliyordu. Angusların ülkemizdeki direnişlerini bildiğimden doğrusu yaklaşmaya çekindim ve o gidene kadar etrafı dolaştım. Bu arada ağacın efsanesini anlatayım:
Sakin ve de güzel bir gün, gökyüzü alabildiğine mavi, tuz çömleklerinden buharlar yayılıyor. Nemocon şefi uzun bir ağacın gölgesinde, her şey sakin ve huzur doluyken şef uykuya dalar. Garip şeyler görür rüyalarında, rahatsız edici, bilinmeyen şeyler. Kuzey tanrılarından gelen, uzun ve beyaz sakallı, durmak bilmeyen yok edici varlıklar. Hiç görülmemiş görkemli dağları ve nehirleri aşıyorlar. Bilinmeyen, rüzgardan daha süratli dev hayvanların üzerindeler. Geçtikleri yerde ne bir insan bırakıyorlar, ne de tanrıları, şamanları, kulübeleri, mabetleri. Şef endişeyle gözlerini açar, bir süre gelemez kendine. Aynı gece şef bir toplantı düzenler ve köyün ileri gelenlerini çağırır ve gördüğü rüyayı anlatır. Hazinelerini, altınlarını, zümrütlerini saklamaya karar verirler. Uzun zamandır adı "Sığınak" olan bir tepeye götürmek üzere hazinelerini yola çıkarlar. Bir gece tanrıça Chia'nın soğuk ışığı altında davul ve flüt sesleri, danslar arasında süregiden bir ritüelle İspanyolların yağmasından kurtarılır böylelikle insanların hazineleri.
Düş Ağacı - Tabi ben şefe nazaran biraz salak göründüm :) |
İki yer de doğrusu tarihiyle olsun, sürreal yeraltı mimarisiyle olsun, tipik bozulmamış koloni havasıyla olsun beni oldukça tatmin etti diyebilirim ve de bu arada çok şey öğrendim sayılır. Yolu düşen olursa tavsiye edilir.